Önceleri bekledik gelsin prensimiz bizi bulsun diye. Ne de olsa o prensesler saraydan dışarı adım atmazlar ama her nasılsa prensler onları bir şekilde arar, bulurdu. Baktık beklemekle olmuyor biz de balolar niyetine gece kulüplerine gitmeye başladık. Vals yerine elimizde içki garip bir şekilde dans ettik ya da öyle sandık. Rapunzel'den öğrendiğimiz derslerle -saçlarımızı olmasa da- gelsin kurtarsın bizi diye elimizi uzattık ama zamane prensleri korktu kaçtı. Bir kaç kurbağa sonra prensi bulma hevesiyle mükemmeliyetçiliği bir kenara bırakıp "Tamam yakışıklı değil ama karizmatik ya da çok tatlı ama çok komik." diyerek kendimizi telkin etmeye çalışıp kurbağa olduğuna bakmaksızın deneye başladık. Oysa dur bir düşün di mi kurbağa bu hiç değişir mi? Biraz ilgiyi görünce herkes ona aşık sandı daha iyileri elbet gelir deyip kurbağa suratına bakmadan gitti. Uyuyan güzel olduk bizde bıraktık bu işleri gelmiyor zaten artık ben de istemiyorum deyip koy verdik. Bu seferde geldi onlar durduk yere uyandırdılar. Madem kendi geldi demek ki seviyor gitmez dedik saraya döndüğümüzde en yakın arkadaşımızla halvet olup kendi krallığına kaçtı ve sonsuza dek mutlu yaşadılar.
Sonra ne mi oldu? Önce masallara sonra erkeklere şimdi de kadere inanmaz olduk ve tabi ki gökten üç elma düştü. Birini gidene, birini kendime, birini de hiç gelmeyecek olana saklıyorum.

No comments:
Post a Comment